Öne çıkan

Allah’ın hakkı…

Eng

Dünya tarihi boyunca farklı coğrafyalar ve inanç sistemleri içinde görülen benzerlikler, insanı din sistemleri üzerine düşünmeye yönlendiriyor. Defin ve yas uygulamalarından sadaka vermeye, günah çıkarmaktan kutsal üçlemelere kadar pek çok dinsel ritüel, bugün de semavi ve politeist inançlar içinde yaşamaya devam ediyor. Biliriz her din, inananları için hikayeyi en güzel anlatandır. Peki nedir o zaman bunca çeşitlilik içinde ortak üretimlerin ve uygulamaların sebebi? Bu kadar benzerse inanç modelleri, neden hepimiz farklı dinlerin mensubuyuz?

Latince’de köylü demek olan  “paganus” Hıristiyan olmayanları tanımlamak için Ortaçağ’da “putperest” anlamında kullanılmış. Bugünse çok tanrılı sistemleri ifade eden politeizm kelimesiyle aynı anlamda kullanılıyor. Antik dönem inançlarına dayalı bir takım dinsel ritüellerin, monoteizme hizmet eden dinler içinde yaşıyor olması, tarihsel süreçler göz önünde bulundurulduğunda çok da şaşırtıcı olmuyor. Çünkü tarih boyunca hiçbir kavim ya da medeniyet binlerce yıllık tapınma modellerini, yeni ve daha sistemli bir dine geçiş yaptığı için terk etmemiştir. Bu yerleşik uygulamalar, bir şekilde yeni din içinde evrilerek hayata katılmış, çok kısa süre sonra da dinin bir rüknü olmakta geç kalmamıştır. Örneğin Orta Asya Türkleri ölüm gerçekleştiğinde, ruhun bedeni yedinci günde terk ettiğine inanırdı. Bu bağlamda bugün bir gelenek olarak yaşayan ve cenazenin ardından okumak üzere toplanılan günün de “yedi” olması tesadüf olmadığı gibi dinin bir rüknü de değildir. Benzer şekilde gelinin beline bağlanan kırmızı kuşak ve lohusanın başına takılan kırmızı bantta “albız”ın yani şeytanın ilişmesini önlemek içindir. Eski Mezopotamya’da Sümerlerin bir keçiyi aralarına alıp günahlarını anlatmaları, sonra hayvanı çöle sürüp geri geldiğinde tanrı adına kurban etmeleri, “günah çıkarma” nın belki de ilk uygulamalarından biriydi.  Günah keçisi ne kadarını yüklendi bilinmez ama bugün hıristiyan kilisesi inananları için, “sacrament” yani kilise gizemleri kapsamında bu hizmeti vermeye devam ediyor.  Bütün politeist sistemlerde “kendi başı için kurban ya da sadaka vermek” şeklinde bazı tabirler ve uygulamalar var. Yahudi cemaatlerin pek çoğu Yom Kippur’dan  (kefaret günü) önce “Kaparot” ayini yapıyor. Aşkenaz Yahudiler başlarında tavuk çevirirken bir yandan da kutsal metinlerden bir parça okuyor. Saferad Yahudileri  ise bu uygulamayı para çevirmeye indirgemiş. Laik ya da reformist Yahudiler ise bu geleneği hiç uygulamıyor. Sadaka hakkında ve sadaka verme şekline dair bunca ayet ve hadis zenginliği içinde, başından çevirmeden sadaka vermeyenleri geleneksel İslam’a yaptıkları katkıdan dolayı saygıyla anıyoruz.

Semavi dinler içinde yaşayan bu tip antik dönem ritüellerini çeşitlendirmek mümkün. Fakat içlerinde en dikkat çekici olanı, dünyanın her yerinde karşımıza çıkan “trinity” (kutsal üçleme) inancıdır. İnsan düşünmeden edemiyor; bizim için bir olan aklın yolu tevhide çıkıyorsa acaba bir olandan sapmanın yolu da üçlemeye mi çıkıyor diye. Antik dönem inanç sistemlerinin pek çoğu, 3 ana figürle temsil edilen pantheon yapısının tüm dünyayı idare ettiğine inanıyor. Tanrılar sınıfının en üstünde bir baş tanrı ve iki yanında beliren yardımcı tanrı figürleri tüm dinlerde ortak. Tanrılar panteonunun en üstünde Antik Mısır’da Osiris-İsis-Horus, Hindistan’da Brahma-Şiva- Vişnu, Antik Yunan’da Zeus-Hades-Poseidon yer alıyor. Bu üçlemeler Britanya Kelt mitolojisinden Çin mitolojisine kadar her yerde karşınıza çıkabilir. Tanrıyı göremeyen ve ulaşılmaz hisseden insan aklının ortak üretimidir bu durum adeta.  Araya elçiler konur (putlar ya da ata ruhları), dünya 3 kısma ayrılır: Gökyüzü, yeryüzü ve yerin altı. Aynı düşünce benzer biçimde Hıristiyan “teslis” uygulamasında yaşamaya devam eder. Tanrısal töz baba, oğul, kutsal ruh arasında 3’e bölünür.

İnsanlık tarihi kadar uzun bir geçmişi var dinler tarihinin. Tarih bilmeden bugünü, dinler tarihini bilmeden de bugün yaşayan dinsel uygulamaları anlamak mümkün görünmüyor. Yani hiç kolay bir iş değil hakkı batıldan ayırmak. Yine de tüm bilgiler üst üste konduğunda varılan nokta tefekkür, sonuçsa sapmaların ve buluşma noktalarının sebebini anlamak açısından oldukça net. Tevhid üzere ve ikonografi üretmeye ihtiyaç duymayacak bir fıtratta yaratılmış olan insan tarih boyunca şirke, ferdi olarak yönelmemiştir. Medeniyet tarihi bize şirkin ferde değil, belli menfaat ve amaçlar çerçevesinde bir araya gelen zümrelerin yaptırımına dayandığını gösteren örneklerle doludur. Hal böyle olunca Karl Marks’ın “din toplumların afyonudur” sözünün en az 5000 yıllık tarihi bir saptama olduğu doğrudur.  Malum afyonu yuttuktan sonra midede patlar, vücuda yayılmasıyla birlikte rehavet vermeye başlar, sonrası “dolce vita”. Yol üstünde bir şeyler yuttuğumuz kesin,  Allah’ın hakkı kaçtır sorusuna tereddütsüz 3 dediğimize göre…

Üst kimlik ve yaşam kalitesinin koordinatları

46 00 Kuzey Enlemi 2 00 Doğu Boylamı, Fransa…

82 milyon turistle dünyada en çok ziyaret edilen ülke. Fransızların gurur duydukları şarapları, parfümleri, peynirleri, moda başkentleri, müzeleri, sanatçıları, devrimleri ve devrimcileri var. Yaşam kalitesi ve mükemmele ulaşma tutkusu zihinlerini en fazla meşgul eden iki unsur. AB’ye üye ülkeler arasındaki “serbest sınır” nedeniyle artan göçmen nüfus, her ne kadar Fransız kimliğini değiştiriyor denilse de üst kimlik kendisini hissettirmeye devam ediyor. 21. yüzyılda Fransa, tarih ve kültür mirasını teknolojiyle birleştirmiş, dünyanın en güçlü devletlerinden birine dönüşmüş durumda. Ülkede ki 59 nükleer santralin varlığı -ki bu alanda da dünya lideri- kremalı pasta seven misafirlerinin pek ilgisini çekmiyor. Fransa’nın, sömürgecilik tarihinin baş aktörlerinden biri olduğunu bilenler içinse, günümüzde Avrupa ve dünyadaki konumunu anlamak hiç de zor değil.

Louvre Museum

Lascoux’dan Versailles’a…

Fransa, Batı Avrupa’daki en büyük topraklara sahip ülkedir. Galya ise, günümüzde başta Fransa olmak üzere Batı Avrupa’nın büyük bir bölümüne tarihte verilen isimdir. Galya’nın sınırları Fransa’nın yanı sıra günümüzdeki Kuzey İtalya, Belçika, İsviçre’nin batısı, Hollanda’nın bazı kısımlarıyla Almanya’daki Ren Nehri’nin batı kıyısındaki bölgeleri içerir.

Ülkenin güneyinde Dordogne bölgesinde, içindeki çok önemli Tarihöncesi duvar resimleriyle ünlü Lascoux mağarasında sanat, MÖ.17.000’e tarihlenir. Mağara içindeki insan yaşamının ilk izleri içinse MÖ. 28.000’den bahsediliyor. 1979’da UNESCO, Dünya Mirası Listesi’ne almış mağarayı ve dünyanın her yerinden pek çok ziyaretçi ağırlıyor Fransa’da sanatın bilinen ilk evi.

MÖ. 2000’den itibaren artık adı bilinen halklar, tarihi yazmaya başlıyor Fransa için. Bir Orta Avrupa halkı olan Keltler, doğudan Fransa’yı işgal ediyor. MÖ. 50’de Galya fatihi, Roma İmparatoru Julıus Caesar oluyor. 375’te Roma tarihine “barbarlar” olarak geçen kavimler göçüyle, bugün bilinen Avrupa halkları geliyor. Franklar, bugün bildiğimiz Fransa topraklarına yerleşen halk oluyor. 486’da Batı Roma kavimler göçünün etkisiyle yıkılınca Avrupa’da, gelen her halkın kendine bir yer açmaya çalıştığı merkezi otoriteden yoksun feodal düzen kuruluyor.

Frankların ilk kralı olan Charlemagne’a (768-814) Roma’nın varisi olmak da nasip oluyor. Doğu Roma ile “ikonoklazma” dönemi boyunca arası bozulan papa, Charlemagne’a taç giydirip, kutsuyor. Böylece artık sadece Fransa Kralı değil, Kutsal Roma Cermen İmparatoru da oluyor Charlemagne. Bu imparatorluk kutsaldı çünkü papa kutsamıştı, Roma olarak anıldı çünkü varisi ilan edildi ve Cermendi. Çünkü Franklar Cermen ırkın en büyük koluydu. Kurulan büyük imparatorluk neredeyse tüm kavimleri içine aldı.

14 ve 15. yüzyıllarda Kara Avrupa’sını fakirleştiren Yüzyıl Savaşları’ndan Fransa’da etkilendi. 18. yüzyılın hemen başında ana karakterler, sarayı Versailles’a taşıyan XIV. Louıs ve devrim sırasında eşi Maria Antuanet’le birlikte idam edilen XVI. Louıs idi. 1789’da monarşi karşıtlarının yaptığı devrimle liderlik Napolyon Bonaparte’a geçti.

İyi Fransızca Bilen Tanrı…

Fransa 17. yüzyıldan başlayarak 1960’lara dek bir sömürge devleti kimliğiyle var oldu. İki dünya savaşında da müttefikler arasında yer aldı. II. Dünya Savaşı sonrası Almanlar çekilince ülkenin 25 yıllık tarihine damgasını vuran Charles de Gaulle’u ağırladı Fransa. 1968’de öğrenci olayları hükümeti sarstı. 1969’daki istifasının ardından 1970’de öldü. Her ne kadar zamanı geçmiş olsa da Fransız milliyetçiliği konusundaki nüktedanlığa konu olmaya devam eder. Charles de Gaulle öldüğünde Noel Coward’a “Tanrı ile generalin cennette ne konuşuyor oldukları” sorulduğunda şöyle cevap vermişti: “Bu tamamen Tanrı’nın ne kadar iyi Fransızca bildiğine bağlı”.

20. yüzyılın son dönemi Mitterand ve Jacques Chirac’la anıldı. Sosyalist Mitterand gibi sağcı Chirac’da iki dönem üst üste seçildi. Bu dönemde Fransa Ruanda, Cezayir, Sudan ve Çad katliamlarından sorumlu tutuldu. Büyük Okyanus ve Cezayir’deki nükleer denemelerle anıldı. 2007’de görev süresi dolunca yerine aynı partinin iç işleri bakanı olan Nicolas Sarkozy seçildi. Libya iç savaşındaki aktif rolü ve Ermeni soykırımı yasası için verdiği mücadele ile gündem oldu. 2012 seçimlerinde sosyalist parti adayı François Hollande karşısında kaybetti. Hollande dönemi iyi başladıysa da, ekonomide istenen hedeflerin tutmaması, işsizlik oranındaki artış ve ülkeye yönelik terör saldırıları nedeniyle başkanın tekrar aday olmayacağını açıklamasıyla son buldu. Merkez Parti’nin kurucusu Emmanuel Macron bugün 67 milyonluk Fransa’yı tarihindeki sağ-sol çekişmesinden ne kadar uzak yönetebilecek bilmiyoruz ama “Fransız olmak” ya da “Fransız kalmak” hala kullanılan ve Fransız milliyetçiliğini vurgulayan kavramlar.

Ülkenin etrafı Manş Denizi, Akdeniz ve Atlas Okyanusu ile çevrili. Toprakları nehirlerden dolayı sulak, kendini besleyebilen tarıma önem veren bir ülke. Okur-yazarlık oranı %99 olan Fransa’da halkın %88’i Katolik Hıristiyan.

Fransa, geniş refah imkanlarını ve muazzam devlet bürokrasisini kesmekten kaçınmış ve bütçe açığını kapatmak için savunma harcamalarını kesmeyi ve vergileri yükseltmeyi tercih etmiş. 1 Ocak 1999`daki Euro sistemi referandumuna diğer on Avrupa ülkesi ile birlikte katılmış. Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi’nin beş daimi üyesinden biri. Fransa, Manş Denizi’nde deniz yüzeyinin altından geçen Manş Tüneli’yle Birleşik Krallık’a bağlanıyor. Dünyanın pek çok bölgesinde denizaşırı toprakları olan bir ülke.

Champs-Elysees

Ville Lumiére (Işık Şehir)…

Paris tek başına şehir-devlet olarak adlandırılıyor. Çok canlı ve hareketli olan başkent, Fransa’nın ve dünyanın moda anlayışını da belirliyor. Seine Nehri, Paris gezilerinin merkezi. Tarihi pek çok köprünün altından rahatça geçebilmeleri için basık ve uzun tasarlanmış teknelerle Paris’i nehirden seyretmek mümkün. Point-Neuf, Paris’in en eski köprüsü. (17.yy) Pont Royal, 1685’te XIV. Louis için yapılmış. Pont de la Concorde, 1787-90 Fransız Devrimi köprüsü ise yıkılan Bastille hapishanesinin taşlarıyla yapılmış. Pont Alexandre, Pegasus heykelleriyle kentin en romantik köprüsü.

Siene Nehri, kentin ortasından geçtiği için sol ve sağ yaka kavramları var. Sağ yaka, geçmişte tüccarların ve kraliyet yönetiminin kalesi olmuş, günümüzde de ticaret ve hükümet merkezi. Bohem ve entelektüel bir havası olan sol yaka ise geçmişte üniversite ve manastırların kurulduğu kısım. Günümüzde de Sorbonne Üniversitesi, Academie Française ve on binlerce yayınevi ve kitapçı, buradaki entelektüel ortamı devam ettiriyor.

Paris 12 milyon kişiyle, dünyada nüfus yoğunluğu en fazla olan başkentlerden biri. Paris’te ikamet edenlere Parisien deniyor. Parislilerin ortak özellikleri ise, sahip oldukları sınırsız özgüven duygusu. Şehrin koruyucusu, 5. yüzyılda Attila’yı şehri yıkmaması için ikna ettiğine inanılan Azize Geneviève. MÖ. 3.yy’da Kelt Parisii’leri buraya yerleşmişler ve yerleşimlerini Seine nehri üzerindeki en büyük ada olan Ile de la Cite’de kurmuşlar. Bugün ada başkentin coğrafi merkezi ve kentin birkaç resmi binasının da ev sahibi. Sainte- Chapelle ve bir Gotik harikası Notre-Dame, adayı kentteki dini turizmin buluşma noktası haline getirmiş. Ülkedeki bütün mesafeler Notre Dame katedrali baz alınarak hesaplanıyor.

Sağ yakanın en görkemli yapılarından biri Arc de Triomphe(Zafer takı), devrimin ve Napolyon’un zaferini temsil ediyor. Her ne kadar 1836’da Napolyon açılışı görememiş olsa da ulusal simge kabul ediliyor. Görkemli caddeleri barındıran ünlü bulvarlar, Boulevard Richard Lenoir , Avenue Foch , Champs- Elysees (Şanzelize)… Lüks mücevherat ve houte couture mağazaları, Champs-Elysees’de gala sinemaları, havayolu şirketleri ve oto galerileri yer alıyor.

Paris’in en eski anıtı, pembe granitten Luksor Dikilitaşı. MÖ. 1300’den kalma obelisk, Mehmet Ali Paşa tarafından hediye edilmiş ve 1836’da buraya dikilmiş. Paris’in göz bebeği olan Louvre’da sağ yakada. Musee National du Louvre, Fransız ihtilâlinden sonra 1793 senesinde, Fransa’da açılan ilk devlet müzesi. Müzenin zengin kütüphânesi, konferans salonu, eserlerin incelendiği ve yenilendiği laboratuvar ile sanat târihi ve müzecilik konusunda eğitim yapan Louvre Müze Okulu da önemli kısımları. Leonardo Da Vinci’nin ünlü Mona Lisa’sı da burada. Yıllık ziyaretçi sayısı 8 milyon civarında. Müzede sergilenene yakın eserinde depolarda muhafaza edildiği biliniyor.

Marais, 17. yy’da kurulmuş zengin Parislilerin evleriyle dolu bir mahalle. Bugün bu evlerin çoğu kütüphane ya da müze, mahalle ise bohem yaşamın sembolü olmuş. Paris’in doğusunda Bastille bölgesi uzun zaman işçilerle ve sosyal başkaldırılarla özdeşleşmiş. Ticari birlikler hala İşçi Bayramı yürüyüşlerine Bastille’den başlıyor. Pere Lachaise ise kentin görkemli mezarlık alanı. Her zaman bakımlı olan bu mezarlık 1804’te kurulmuş. Yaklaşık 1,5 milyon kişi gömülmüş. Chopın, La Fontaine, Moliere, Oscar Wilde burada defnedilmiş ünlülerden bazıları.

Sol yaka ise moda ve medya dünyası, okullar ve kolejler demek. Öğrenciler açık havada ders yapmayı, tartışmayı ve bu geleneği yaşatmayı seviyor. Place Saint-Michel, öğrencilerin toplandığı ve kitap alışverişi yaptıkları meydan. Meydanın tam arkasında Sorbonne’un ana binası yer alır. 1253 yılında IX. Louis’nin vaizi Robert de Sorbon yoksul ilahiyat öğrencileri için yaptırmış , daha sonra üniversiteye dönüşmüş.

Parislilerin hemen her gün ziyaret ettikleri Jardin du Luxembourg, yayın evleri ve edebiyat kafelerinin bulunduğu Place Saint-Germain-des-Pres, XIV. Louis tarafından Fransa’nın ilk ulusal askeri hastanesi olarak yaptırılan Hotel des Invalides ve devrimin 100. yılı anısına mimar Gustave Eiffel tarafından yapılan Paris’in sembolü Eiffel Kulesi, sol yakanın diğer önemli renkleri.

Eiffel Kulesi

Kör etmesin seni şehri-i Paris…

En popüleri Paris olsa da, ülkenin dört bir yanı farklı kültürel, tarihi ve doğal güzellikler sunuyor ziyaretçilere.

Paris’ten 21 km uzaklıkta XIV. Louis anıtı Versailles, göz kamaştırıcı, heybetli, muhteşem ve kibirli. Kralın karakterini bu özellikleriyle birebir yansıtan saray, aslında babası XIII. Louis’in av köşkü ve emeklilik mekanıymış. Kraliyet şapeli , Galerie des Glaces (Aynalı Salon), saraylıların ağarlandığı Grands Appartements ve bahçedeki büyük kanal sarayın önemli kısımları. Bahçedeki Apollo, Neptune ve Dragon çeşmeleri, Güneş Kralın avlusundaki muhteşem kutlamaları hatırlatan Barok müzik eşliğinde açılıyor. 11 hektarlık bir alanı kaplayan sarayın 700 odası ve bahçede 50 çeşmesi, 35km’lik su kanalı var. Görülmeye değer bir ihtişam…

Amiens ise Fransa’nın ayrı bir güzel köşesi, Picardie’nin başkenti. Burada Fransa’daki en büyük katedral bulunuyor: Cathedrale Notre-Dame Reims Katedrali. 110 koro sırası ve duvarlardaki 400 betimlemeyle ünlü. Fransa krallarının taç giydiği Reims Katedrali 13.yy ‘da Gotik olarak inşa edilmiş. Avrupa’da Ortaçağ’dan kalan en büyük katedrallerden birisi. Paris’in 120 km. kuzeyinde bulunan Amiens şehri, Somme nehrinin kıyısına kurulmuş. Şehrin içinden nehre bağlı birçok küçük kanal geçiyor ve güzel görüntüler oluşturuyor.

Strasbourg entellektüel, kültürel ve ekonomik merkez. Şehrin sembolü olan Strasbourg Katedrali 13 yy yapısı. Gotik katedral asimetrik yapısıyla ünlü. Şehir, 1988’de UNESCO tarafından Dünya Mirasları Listesi’ne dahil edilmiş. Kent 1949 yılından bu yana AB görüşmelerine ev sahipliği yapıyor ve Avrupa Konseyi, Avrupa Parlamentosu ve Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi burada bulunuyor. Özellikle Alman ve Fransız kültürünün yoğun özelliklerini taşıyan şehrin şaraplık bağları çok ünlü.

Burgonya, Fransa’nın kuzey doğusunda bir bölge. En çok ziyaretçi çeken tarihi yapısı, dinsel merkez konumunda olan Vezelay’da. Magdalalı Meryem’in kalıtlarının saklandığı Vezelay’daki Basilique Sainte-Madeleine, Unesco tarafından koruma altına alınmış.

Roma’daki San Pietro 17. yy’da tamamlanana kadar da Hıristiyan dünyasının en büyük kilisesi olma konumunu korumuş. Macon’daki 909 tarihli Cluny Manastırı Ortaçağ boyunca rahip yetiştiren, döneminde siyaset ve dinsel doktrin tartışmalarının merkezi olmuş bir kilise. Benedikten manastırı Cluny, ilk Haçlı Seferleri’nin ve Santiago de Compostela’ya yapılan haccın düzenlendiği yer. Manastırın başrahipleri imparatorlar. Fransa, Almanya, İspanya ve İngiltere’de sayıları 10.000’i geçen keşişin bulunduğu, 1450’den fazla manastır kuruluşunun idare edildiği kilise. Bunun dışında Burgonya denilince aslında pek çok kişinin aklına nehirlerin beslediği verimli vadide, uçsuz bucaksız üzüm bağları, şarap üretimi, ünlü şarap şişeleri ve balonla gezi geliyor.

Normandiya ise Fransa’nın Atlantik kıyısındaki bölgesi. Burada arazinin çok büyük bir kısmı tarıma ayrılmış. Meyve bahçeleri ve verimli meralar, ünlü sert elma şarabı ve keskin kokulu peynirlerin üretim yeri. Aynı zamanda, II. Dünya Savaşı sırasında Alman işgaline karşı müttefiklerin Fransa’nın imdadına yetişerek, ünlü Normandiya Çıkarması’nı gerçekleştirdiği bölge. Normandiya’da Mont-St-Michel“merveille de l’Occident” (Batı Dünyası Harikası)olarak nitelendirilen ada üzerine kurulmuş manastır en önemli yapı. 1017’de Benedikten keşişleri tarafından yapılmış, 14. yy’da etrafı surlarla güçlendirilmiş ve bir köyle çevrelenmiş. 1874’te ise adaya ilk kez yol inşa edilmiş. Normandiya’nın en önemli mimari zenginliği denebilir.

Lyon, Galya’nın Roma başkenti olarak seçilmiş. 16.yy’da ipek ticareti kentin gelişiminde önemli rol oynamış. Bugün de Fransa’nın ikinci büyük kenti, sanayi ve tekstil merkezi. Ülkenin güneydoğusunda Marsilya’yla Paris arasındaki kent, UNESCO Dünya Mirası Listesi’nde.

Güneydeki Avignon “Papaların Kenti” günümüzde de bir kültür merkezi, bir festival kenti. Yunan kolonicilerin ilk kurduğu en eski Fransa kenti Marsilya, moda fotoğrafçıları mankenler ve iyi yaşamayı sevenler için St-Tropez, film festivallerinin ev sahibi Cannes ve Mardi Gras Festivali’nin düzenlendiği Nice Fransa’nın Akdeniz kıyı renkleri…

Notre-Dame

Fransız mutfağı…

Fransa’da her kasabanın merkezinde halk pazarı kurulur. Sabah kurulup öğlen toplanan pazarlarda taze yerel ürünler bulunur. (Bal, şarap, peynirler, dokumalar…) Fransa’da yemek yaşamın önemli bir parçası. Fast food’a kaymalar olsa da yemek yemeği ciddiye alıyorlar. Gurme restoranları çok pahalı, bistrotlar ise daha uygun fiyatlı. Mutfak bölgelere göre çeşitlilik gösterse de tipik başlangıçları çiğ sebze ve soğuk et. Şarap sosuna yatmış biftekler ve peynir çeşitleri ünlü. 400 çeşit Fransız peyniri olduğu biliniyor.

Fransa mutfağı Fransız Devrimi sonrasında Kolonileşme döneminde dünya sahnesindeki kazandığı gücüyle orantılı olarak gelişmiştir. Napolyon Bonapart döneminde ün kazanmış Marie-Antoine Carame (1784-1833) gibi aşçılar haute cuisine (yüksek aşçılık sanatı) denilen özenli bir yemek tarzını geliştirerek Fransız mutfağına

büyük zenginlik katmışlardır. Kırmızı etten, deniz ürünlerine ve süt ürünlerine kadar çok değişik türlerde besin Fransız mutfağını biçimlendirir.

Fransa her yıl dünyaca ünlü şaraplarını ihraç ederek ekonomisine katkıda bulunduğu gibi tescillenmiş 1000’i aşkın peynir türüyle de dünyanın en önde gelen peynir üreticilerinden. Fransa’da bağcılık ve şaraplarıyla ön plana çıkan bölgeler Bordeaux, Burgonya, Champagne, Korsika, Jura, Provence ve Savoy’dur. Fransa’nın en ünlü peynirleriyse Brie, Camembert ve Rokfor. Fransız mutfağının dünyaca tanınan yemekleri arasında kruvasan, salyangoz yemeği, baget ekmeği, kaz ciğeri ve krem brule sayılabilir.

Notre-Dame

Moda ve Kadın…

Gösterişi sevmeyen, her zaman şık ve sade kadınlar. Tasarımcıların ilham kaynağı ve dünya çapında moda ikonu olan özgür, stil sahibi ve zarif Paris kadını olmak kolay değil. Parizyen kadın, güne kahve ve çikolatalı kruvasanıyla başlıyor. Sık sık dışarıda yemek yiyor, peynirleri, etleri ve şarabı hayatından eksik etmiyor ama, sadece küçük porsiyonlar olması şartıyla. Formlarını koruyabiliyorlar çünkü, aktif ve enerji dolu bir hayata sahipler. Parizyen kadın sürekli meşgul ve her zaman yoğun bir programı var. Gün içerisinde muhakkak arkadaşlarıyla yemeğe çıkar, müzeye gider, konsere gider, kafeye gidip kitap okur ve tabii ki alışveriş yapar.

Havanın güzel olduğu günlerde her zaman yürümeyi veya bisiklete binmeyi tercih eder. Parizyen kadın güzel olmasa da kendine baktırmayı bilir, bunun temelinde ise kendine son derece güvenmesi yatar. Makyaj konusunda da, aynı şekilde doğallıktan ve sadelikten yana. Günlük hayatta parlatıcı, maskara ve açık ton bir far dışında eyeliner bile kullanmaz. Davetlerde vazgeçilmezi ise Chanel’in kırmızı ruju. Paris’li olmak aslında bütünüyle bir ruh hali ve bir sanat. Fransız kadını modayı takip ediyor ama modaya da bir şekilde yön veriyor.

1960’larda giyilmeye başlanan Parizyen çoraplarla, dünyanın geri kalanında kadınlar “Parisien” olamadı mesela…

Au revoir

Andalucia…

Gitar tınılarında, arenalarda, siesta ve fiestalarda Katolik İspanyollar, davul tınılarında, saraylarda ve camilerde Müslüman Araplar… İki ters bi düz, Endülüs…

DÜNYANIN SONU YA DA CEBEL-İ TARIK…

İspanya Avrupa’nın güney ucunda, Endülüs’te İspanya’nın. 3000 yıl önce Fenikeliler Cadiz kolonisini kurmuşlar burada. Dünyanın sonu sanmışlar geldikleri yeri. Cebelitarık Boğazı’na adını veren Tarık dağlarını (kayalıkları), inançlarına göre tanrıları Melkart yerleştirmişti, oradan öteye geçmesinler diye. 1. yüzyılda Roma’nın, 4. yüzyılda kavimler göçüyle gelen Vizigot ve Vandalların hakimiyetine girmiş bölge. Böylece Roma döneminde başlayan Hıristiyanlaşma, Vizigotlar döneminde ağırlık kazanmış. Ama Hıristiyan kalamamış. Bundan sonra 1492’ye dek sürecek büyük bir mücadele başlamış İber yarımadasında. Kültürleri ve inançlarıyla yeni gelen Müslüman Araplar çehresini değiştirmiş İspanya’nın.

Alcazar Sarayı

RECONQUİSTA…

Afrikalı gözü kara bir berberi… İslam fetihlerinin son halkası olan İspanya’nın fatihi Tarık bin Ziyad. Suyun karşı yakasına, Arap ordusunu peşine takmış geçerken boğaza adının verileceğini bilmez. Avrupa’ya ayak bastığında gemileri yaktırdığı söylenir, kimse geri dönmeye kalkmasın diye. Askerlere gözdağı verir, “Arkanızda düşman gibi deniz, önünüzde deniz gibi düşman…”

Endülüs Emevileri’nin İspanya’daki varlığı, 714 yılındaki bu gelişin ardından tam 8 asır sürer. Siyasi tarih, kendi içinde dönemlere ayrılır ve 1492’de son bulur. Medeniyet tarihi ise etkileri bakımından daha uzun soluklu olmuştur. Bilginin, sanatın, siyasetin, İslam hoşgörüsünün altın çağı olarak tanımlanır. Sonu hazırlayan sebeplerse tarih boyunca son bulmuş pek çok medeniyetinkiyle benzer görülür. Sistem tıkanması, ufuk daralması ve tabii en önemlisi Reconquista (yeniden fetih).

İslam medeniyeti, 1469’da kuzeydeki Aragon ve Kastilya krallıklarının güçlerini birleştirmesiyle gerileme ve yıkılma sürecine girer. 1492’de Hıristiyan “Yeniden Fethi” tamamlanır. Yahudiler ve Araplar kovulurken, Kolomb’un Amerika’yı keşif gezisi için de finans bulunmuş olur. Kalanlar sadece Morisk’lerdir. (Hıristiyanlaştırılmış Müslümanlar) İnsanlık tarihinin pek çok devrinde olduğu gibi, burada da perde büyük bir kıyımla kapanır. Halkın Afrika kıyılarına taşınmasına Osmanlı saltanatında bulunan II. Beyazıd destek olur ve din farkı gözetmeden, gelenleri Osmanlı tebaası ilan eder.

Günümüzde Endülüs, İspanya’nın güneyinde 8 ilden oluşan özerk bir bölge. Boğa güreşleri ve Flemenko dansıyla öne çıkıyor. Birçokları için İspanya’nın ruhunu tam olarak yansıtan yer. İki kültürün karışımı ise en çok Sevilla, Kordoba ve Granada’da hissediliyor. En büyük sahil kenti olan Malaga’nın costa’ları ise Avrupa sosyetesinin gözdesi .

MUDEJAR MİMARİ…

Endülüs İslam Sanatının temsilcileri, sayıları az olmakla birlikte mimari yapılar. Ahşap oymacılığı ve seramik sanatı örnekleri de yine sınırlı sayıda ama sunduğu estetik ve zarafetle güçlü bir kültürün ürünü olarak ikinci sırada geliyor. İslami dönemdeki iç çekişmeler ve sonrasında İspanyolların gelişi sırasındaki tahribat sayılarının az olmasının en önemli sebebi. Burada sanat, hem İslam dünyasının geri kalanıyla ortak özellikler gösteriyor hem de orijinal bir sentez ortaya koyuyor. Bu duruma İslam hoşgörüsünün etkisi çok büyük. Böylece Endülüs’e gelenler, karşıtlıklara rağmen sanata birebir yansımış olan ahengi görebiliyor.

Kent estetiği açısından İspanya’da rakip tanımaz denilen Sevilla (İşbiliyye) yeşil bir kent. Tarihte Müslüman İspanya’nın başkenti olmuş. En dikkat çekici yapı San Maria Katedrali’nin görkemli çan kulesi, aslında 1184’de aynı yerde yapılmış olan Emevi camisinin minaresi. Gotik katedral 15. yüzyılda yıkılan büyük caminin yerine yapılmış. Katedralin yakınındaki Alcazar Sarayı da tıpkı katedral gibi gotik sanat etkili bir yapı. 12. yüzyılda yapımına başlanmış, Hıristiyan idaresinde tamamlanmış. Alcazar’ın dış surlarının bir parçası olan tuğladan on köşeli Altın Kule (Torro del Oro) ve Guadalquivir Nehri de kente estetik görünüm kazandıran diğer güzellikler.

Endülüs sanatının İspanya’da bıraktığı en önemli yapı ise Kurtuba Ulucamii. (el-Mescidü’l-Kebir) Dünya camileri içinde de özel bir yere sahip. Yeniden fetih hareketiyle ortasına bir şapel ilave edilerek bugünkü Kordoba katedraline çevrilmiş. Dünya Mirası Listesi’nde bulunan camii, çift kemerli sayısız sütundan oluşuyor ve tamamı 2 hektarlık bir alan kaplıyor. Ortadaki katedral kısmının ağır resim ve insan figürleriyle, camii süslemeleri tam bir kontrast oluşturuyor.

Tuleytula’daki (Toledo) Babü Merdüm Camii(El Cristo de la Luz) ise ulu cami kadar heybetli olmamakla birlikte, 10. yy’dan Yeniden Fethe kadar cami olarak kullanılmış ve o dönemden bugüne bozulmadan ayakta kalan tek yapı.

Kordoba’nın 5 kilometre dışında ki Medinetüzzehra Sarayı, saray mimarisinin hem ilk hem de kısmen korunabilmiş önemli bir örneği. Devlete ait kararların alındığı sarayın kalan kısımları restore ediliyor. Kordoba, Avrupa’da ilk sokak lambalarının yandığı şehir olarak biliniyor.

El Hamra Sarayı ise tüm dünyanın dikkatini Granada’ya çeken en yetkin saray mimarisi örneği. Dünya mirası olan saray, kızıl anlamına gelen adını dış duvarlarında kullanılan kırmızı-kahverengi tuğladan almış. Dünyanın hiçbir yerinde “Allah” lafzının kemer, kubbe sütun ve duvarlarda bu kadar çok kullanıldığı ikinci bir yapı yok.

Granada aynı zamanda İspanya’nın en eski ve en büyük arenalarından birine de ev sahipliği yapıyor. Plaza de Toros, Neo-Klasik tarzın mükemmel bir örneği.

Müslüman ve Hıristiyan sanatçıların birlikte meydana getirdikleri, İslam Sanatının Hıristiyan Sanatına uygulanmış biçimindeki sanat uslubuna ise Mudejar (Müdeccen) deniyor. Genel hatlarıyla Endülüs İslam sanatının devamı niteliğinde ve Gotik sanatıyla Arap motiflerinin birleşiminden doğmuş.

Mudejar sanatın örnekleri için, Burgos’ta Las Huelgas Manastırı ve Zaragosa’daki Seo Kilisesi dikkat çekici tezyinatlarıyla görülebilir. Aynı etkiyi camiden kilise ya da katedrale çevrilmiş yapılarda da görmek mümkün.

Cordoba Katedrali

BİR VARMIŞ BİR YOKMUŞ, İSPANYA MÜSLÜMANMIŞ…

İlk başlarda Abbasi ve Fatımi baskısından kaçan siyaset ya da bilim adamlarının son durağı, kaçaklar yurdu olmuş Endülüs. Daha sonra gelişen yüksek uygarlık, beraberinde rahat bir ilim ortamı oluşturmuş. İslam dünyasının en büyük ve en ünlü felsefecileri bu topraklarda yetişmiş. Hamleci gücünü doğuda kaybeden İslam medeniyeti yeniden canlanma ve Avrupa Rönesans’ına etki sürecine girmiş.

İnsana “Mikrokozmoz” anlayışıyla yaklaşan İbn Bacce, ilk felsefe romanı “Hay bin Yakzan”ın yazarı İbn Tufeyl, Ortaçağ’ın en büyük Aristo yorumcusu İbn Rüşd ve kendisinden sonraki tüm zamanları etkileyen İbn Arabi en çok tanınmış olanlar. Farklı yorumları ya da karşıt görüşleri olsa da, aklın yolu bir. Hepsi madde ve manayı dengede tutmanın yollarını öğretmeye çalışıyor, bu yol gösterici tavırları en iyi biçimde İbn Tufeyl’in tasavvufa mesned olan ifadesinde yerini buluyor, “İki alem “kuma” gibidir, hangisinin gönlünü yapsan diğeri gücenir”…

İlk gelen Müslümanlar, Hıristiyan halk karşısında küçük bir azınlık olarak çoğunluk içinde eriyip yok olmaktan korkmuşlar. Bu nedenle en çok mescid ve küttab (Kuran öğretilen okullar) inşa etmişler. İnançlarına ve kültürlerine sahip çıkarak başarılı olmuşlar. Eriyip yok olmadıkları gibi hakim din kılmışlar inançlarını. Fetihten elli sene sonra Kurtuba’daki mescidlerin sayısı 491, iki buçuk asır sonra yaklaşık 4 bin.

Endülüs medeniyeti, Selçuklu son dönemi ve Osmanlı yükselişiyle eş zamanlı. Avrupalı, Ortaçağ’ın sonlarında doğuya dönse İslam, batıya dönse İslam.

EN KATOLİK KATOLİKLER…

Bugün, güneydeki Andalucia bölgesi dahil tüm İspanya, VI. Felipe liderliğinde Katolik bir krallık. Bölgesel milliyetçiliğe, gelenek ve karakter farklılığına rağmen “İspanyol yaşam tarzı” denilen bir yaşam şekli var. Aileye, iyi yemeğe ve şaraba düşkün, neşeli, konuşkan, mücadeleci ve nazik…

İspanya’da 47 milyon nüfusun %94’ü Katolik ve Roma Kilisesi’ne bağlı. Ancak kilisenin yönetim üzerindeki etkisi uzun zaman önce sona ermiş. Geleneksel olarak kilise ve devlet arasında ilişki sürse de yasalar kilisenin onaylamadığı pek çok madde içeriyor. Eşcinsellerin haklarını güvence altına alan yasalar buna en iyi örnek. Yanı sıra inançların

toplum bazında gündelik hayat içine yansıması da giderek azalıyor. Kiliseler İspanyol gençlerin içinden rahiplik mesleği için aday bulamıyor ve Latin Amerika’dan rahip ithal ediliyor.

Yine de nüfusun %20’si düzenli Katolikler olarak inanç ve ritüellerine sahip çıkıyor. Belli ritüellerse kiliseye düzenli devam etmeyen aileler tarafından bile geleneksel anlamda sürdürülüyor. Pek çok İspanyol aile çocukların komünyonu için 2000 euro’dan fazla para harcıyor. Ülkede tarihi kilise ve katedral bakımından büyük bir zenginlik var. Bu mekanlara girerken kıyafetlerine özen gösteriyorlar ve aynı kuralları gelen ziyaretçilere de uyguluyorlar. En kutsal yer ise kuzeydeki Galiçya bölgesinin başkenti Santiago de Compostela. Burası 9. yüzyıldan bu yana (Aziz Yakub’un mezarının bulunduğu iddia ediliyor) hac merkezi ve Hıristiyanların 3 kutsal şehrinden biri.

Ülkedeki Müslümanların durumuna gelince… 1992’de İspanyol hükümeti, ülkedeki İspanya İslam Komisyonunu resmen tanıyarak Müslümanlara bazı haklar tanımış. Pek çok büyük şehir ve kasabalarda camiler, mescidler var. İbn Rüşd adına bir İslam Üniversitesi, Madrid’de İslam Kültür Merkezi faaliyet gösteriyor. Resmi rakamlara göre ülkede İslam kimliğini açıkça ortaya koyan 600 bin Müslüman var. Yaşamlarını kolaylaştıracak pek çok düzenleme yapılmış, uygulama noktasında da pek fazla sorun yaşanmıyor.

Flamenko

KASTANYETLER ÇALSIN, ETEKLER SALLANSIN…

Flamenko, Endülüs halk müziği eşliğinde yapılan dansın adı. İspanyol kadının halka küpeleri ve topuzuyla, katlı etekleri ve topuklu ayakkabılarıyla bu danstaki duruşu kült bir görüntü. Günümüzde ise İspanyol kadının giyim tarzı Avrupa’nın geri kalan bölgelerinden farklı değil, dolayısıyla geleneksel de değil. Bakımlı olmak önemli fakat abartılı değiller. Ruslardan sonra bakım ve makyaj malzemesine en çok yatırım yapan kadınlar İspanyollar olarak biliniyor. Danslarda yaşayan geleneklerde İspanyol kadının öne çıkan kimliği dominant. Önceleri evle sınırlı olan baskın kimlik, günümüzde her alanda kendisine yer açmaya çalışıyor.

Sevilla’daki Endülüs Kadın Enstitüsü verilerine göre, Endülüs Bölgesi’nde çalışan her 10 kişiden 4’ü kadın, 6’sı erkek, üniversiteye başlayanların %52’si kadın, %48’i erkek, üniversiteye başlayan kadınların diploma alma oranı ise %60. Ayrıca İspanya genelinde 16 yaşına kadar zorunlu eğitim var.

Üyelik süreci sayesinde AB’nin beklentilerini karşılamak adına eşitlik yolunda atılan adımlara gösterilen direnç daha kolay kırılmış. Adaylık ve üyelik süreci İspanya’ya AB’nin maddi imkanlarından faydalanma, Avrupa Sosyal Fonundan ciddi maddi yardımlar elde etme şansını vermiş. Özellikle Kadın Enstitüsünün merkezde ve bölgelerde yürüttüğü programların gerçekleştirilmesinde Avrupa Sosyal Fonu’nun katkısı yüksek.

İspanya biraz Salvador Dali, Pablo Picasso, Cervantes, biraz gitar, davul, Gipsy Kings, Penelope Cruz, biraz Müslüman biraz Katolik, biraz Akdenizli biraz Avrupalı…

İspanya Akdeniz çanağında karışık bir sos

Adios…

Uzun, keyifli bir masal…

Renklerin küllere karıştığı, farklı inançların festivallerde buluştuğu, fakirliğin vakarla karşılandığı, her şeye rağmen mutlu olan, yüzleri gülen insanların baharat kokan ülkesi Hindistan…

Güney Asya’dan Hint Okyanusu’na doğru sallanan baklava şeklinde bir yarımada. 3 milyon 287 bin kilometrekare alanda 1 milyardan fazla nüfus. 16’sı resmi 800’den fazla dil ve lehçe. Nüfusun üçte birinin sokaklarda yaşadığı bir ülke. Bu büyük ülkenin doğusu-batısı, kuzeyi-güneyi de iklim, coğrafya ve ırk olarak birbirinden çok farklı. Bir defada gezilip görülmesi zor. Her ülkede olduğu gibi mutlaka görülmesi gerekenler Hindistan’da da var, Tac Mahal gibi. Ama klasik tapınak ve İslam mimarisi dışında, inanç ve renk çeşitliliği dünyanın neresine giderseniz gidin bu kadar bol malzeme sunamıyor gelenlere. Ülkeyi gezmek görsel bir şölen, gözlemlerin vardığı noktaysa tefekkür…

Hindistan’dan üç ülke düştü

Mısır ve Mezopotamya ile eş zamanlı olarak günümüzden 5000 yıl önceye tarihlenen Hindistan’ın ilk uygarlıklarına İndus nehri hayat vermiş. Kuzeyden gelen Ari ırk, kast sistemini ve bugünkü Hinduizmin temelini oluşturan Veda dinini beraberinde getirmiş. 4. yüzyılda Büyük İskender büyük fetih hareketini burada noktalamış, 11. yüzyılda Gazneli Mahmut’un akınları İslam’ın kök salmasını sağlamış. 1499’da Vasco de Gama’nın Hindistan’a gelişi daha sömürgecilik tarihinin hemen başında, Avrupalının en çok iştahını kabartan ülke haline getirmiş Hindistan’ı. Bir Türk-Hint İslam İmparatorluğu olan Babür Devleti yaklaşık 300 yıl kadar dirense de hakim rolünü İngilizlere devretmiş. 1947’de Gandhi’nin sembol haline geldiği bağımsızlık hareketi ülkenin resmi olarak tanınmasıyla son bulmuş. Kısa süre sonra da büyük göç hareketlerine ve kıyımlara sahne olan Müslüman-Hindu ayrımı Pakistan’ın ayrılmasıyla son bulmuş. Doğu Pakistan ise Bangladeş adıyla kopmuş topraklardan. Böylece büyük Hindistan yarımadasından 3 ülke ortaya çıkmış: Hindistan, Pakistan ve Bangladeş…

Varanasi

“İndra Gandhi”

Ülkenin yakın tarihinde iki önemli kadın lider var. 80’lere damgasını vuran İndra Gandhi ülkenin gördüğü ilk kadın lider. Bölünmenin mimarlarından başbakan Nehru’nun kızı. Dönemi büyük yolsuzluk olaylarıyla anıldığı için İndra Gandhi dilimiz argosunda “parayı zimmetine geçirmek”le aynı anlamda kullanılır. Gandhi, Sihlerin Amritsar’daki kutsal tapınaklarına asker sokunca bedelini suikasta kurban giderek ödemiş. Annesi gibi İngiltere’de eğitim alan veliaht Rajiv Gandhi’de, intikamın devamı olarak öldürülünce partinin ikinci kadın lideri gelin Sonya Gandhi olmuş. İngiltere’de başlayan aşk, İtalyan asıllı Sonya Gandhi’yi parti liderliğine taşımış. Bugün Hindistan Ulusal Kongresi lideri ve dünyanın en güçlü kadınlarından biri. 28 parçaya bölünmüş bu renk cümbüşünü, Bihar eyaletinin eski valisi Ram Nath Kovind yönetiyor. Eyalet sistemi ve demokrasiyle idare edilen Hindistan, her ne kadar laik anayasaya sahip olsa da cumhurbaşkanından dilencisine, nehrinden ineğine kadar inanç kesilmiş bir ülke…

“İçe bakış” iyidir, Hindistan’da olursa…

Yunanca’da mystikos, gizemlere katılan kişiyi ifade eder. Ancak günümüzde, içe bakış yöntemiyle farklı bir idrak düzeyine varma anlamında kullanılıyor. Kişi bu deneyim yoluyla örneğin Budizm de nirvana’ya, Hinduizm de moshka’ya ulaşıyor. Yani sıra dışı bilgelik, insanı mistik biçimde dönüştürüyor.

Hinduizm de mistik olansa, bu dinin herkese sunacak bir şeylerinin olması. İsteyene festivalde çılgınlık ve eğlence, isteyene aşramda riyazet ve tefekkür. Hindistan’da yaşayan Hinduların %80’i ile birlikte Uzakdoğu ülkelerinde de pek çok inananı var. Asya’nın en büyük politeist (çok tanrılı) dini. Hıristiyanlık ve İslam’dan sonra da dünyanın en büyük üçüncü dini. Reenkarnasyon, ölülerin yakılması ve kast sistemi inancı Hinduların öne çıkan farklılıkları.

Seküler dünya insanı, bu mistik dinlerin peşinde. Engelleri aşıp ulaşamıyorsanız mistik bir dine, o size geliyor. “Dünya küçük bir köy” masalında, Hintli komşu sokağınızda bitiyor yoga’sı, çakra’sı, guru’suyla.

Kutub Minar

“Ölümle küllenen hayatlar”…

Sabun köpüğü, deterjan kutusu, pet şişe, kemik, kül, inek, yiyecek atığı, çamaşırlar, ateş, duman, lağım suyu, yakılmayan kolera kurbanları ve bebek cesetleri… Yine de zor, bir Hintliyi Ganj nehri’nin temiz olmadığına ikna etmek. Güneşin ilk ışıklarıyla “Ganga Mai ki jai!”(anne Ganj’a şükürler olsun) demeye başlıyor dudaklar. Bu, kadın erkek gatlardaki (taş setler)tüm Hinduların ortak şükran duasıdır. Ölü yakma işleminin gerçekleştiği en yüce gatlarsa kutsal Varanasi kentinde. Yaşlılar burada ölebilmek için uzak yerlerden geliyor. Yakma işlemi 3 saat sürüyor, geriye kalan yarım kova kül de görevliler tarafından süprülerek Ganj sularına dökülüyor. Kadınların rengarenk sarilerini serip kuruttukları taş basamaklarda, yılda 250 binden fazla Hindu hacı toplanıyor.

Beyaz kefen, bambu ağacından tabut altlığı, hoş kokulu sedir ağacından bir yatak, dudaklara birkaç damla kutsal Ganj suyuyla ateşe verilen, yarım kova küle dönen bedenler…

“Hintliye her gün bayram”…

Yerel tanrılar için düzenlenen köy festivallerinden, doğum, ölüm ya da düğün törenlerine kadar her kutlama çok renkli ve danslı. Eğlenmeye meyilli Hintliler için her zaman kutlama yapacak bir neden var. Farklı inançlar, ibadetleri, kahramanları ve hac yerleri farklı olsa da bu kutlamalarda buluşuyor. Müslüman nüfus sadece %12 olmasına rağmen, Endonezya ve Pakistan’dan sonra en çok Müslüman nüfus barındıran ülke olma özelliğine sahip Hindistan. İslam’ın kast, reenkarnasyon ve çok tanrıcılığa karşı katı tutumuna rağmen yüzlerce yıldır iki din yan yana sorunsuz yaşıyor. Caynizm, Budizm, Sihizm, Musevilik ve Hıristiyanlık azınlık dinleri olarak kendi renkleriyle katılıyor bu renk cümbüşüne. Ölülerini yakmak ya da gömmek yerine sessizlik kulelerine bırakan Zerdüştler de bambaşka bir inanç sistemini yaşatıyorlar bu topraklarda.

Tüm bu inanç karmaşası içinde yarımadaya dışarıdan gelen ya da Hindistan’da doğmuş olan dinlere karşı, Hinduizm tedbirini almış: Ulaşılabilir bir din olmak temel felsefesiyle çok fazla tapınak, çok fazla tanrı ve çok fazla ritüel…

Ganj Nehri

“Suya vurdu Tac Mahal”…

Hindistan’da İslam’ın en fazla katkıyı mimariye ve sanata yaptığını söylemek yanlış olmaz. Babür hükümdarı Şah Cihan’ın doğum sırasında ölen eşi Mümtaz Mahal için yaptırdığı Tac Mahal, Hint-İslam mimarisinin en önemli örneği. En çok fotoğraflanan yapı olma özelliğine de sahip. Şah Cihan nehrin karşı kıyısına kendisi için aynı yapıyı yapmak istediyse de oğlu Alemgir Şah, maliyeti ve babasının içinde bulunduğu bunalım halini gerekçe göstererek izin vermemiş. Bugün Yamuna Nehri’nin karşı yakasında aşk anıtının bir eşi yok ama Tac Mahal suya vurduğunda muazzam bir ikileme ortaya çıkıyor. Agra kenti, Hint destanlarında Agrapina, yani cennet adıyla anılıyor. Tac Mahal’in estetiği ve Agra Kalesi’nin haşmetiyle kent, Hindistan’a gelenleri kendine çekiyor.

Diğer taraftan Pakistan sınırına bir saat uzaklıktaki Amritsar, Sihlerin merkezi Altın Tapınağa ev sahipliği yapıyor. Guru Nanak’ın kast sistemini reddeden müritleri, kutsal su havuzunun ortasındaki altın kaplı tapınakta huzur buluyor. Sayıları az ama ülke siyasetinde etkili bir kitle Sihler.

Başkent Yeni Delhi ülkenin tüm renklerini içinde barındırıyor. Görülmesi gereken yerlerin başında Laksmi Narayan Tapınağı, Hint Kapısı Anıtı, Türk fethinin sembolü Kutub Minar, Bahai (Lotus) Tapınağı, Kırmızı Kale ve Cuma Mescidi geliyor.

Hindistan’ın Dünya Mirası Listesi kabarık. Rajasthan eyaletinin başkenti Jaipur pembe kent olarak biliniyor. Hava Mahal (Rüzgar Sarayı), Amber Kalesi ve Jantar Mantar gözlemevi en çok ziyaret edilen yerler.

Delhi, Agra, Jaipur kentleri ülkenin altın üçgenini oluşturuyor ama Ajanta ve Ellora’daki kaya ve granit oyması tapınaklar da çok fazla ziyaretçi ağırlıyor. Heykel ve resimlerdeki erotizm, Buda’nın terk etmeyi seçtiği arzulu hayatı betimliyor. Tapınaklar, mimarisi ve heykel sanatı yönüyle dinsel Hint mimarisinin estetiğini yansıtıyor.

“Fakir ama onurlu bir sinema: Bollywood”

Ülkenin en kalabalık kentleri Bombay ve Kalküta. Bombay bir liman kenti, endüstri ve ticaret merkezi. Aynı zamanda ülkenin sinema endüstrisine ev sahipliği yapıyor. Renkli, müzikli, hafif konulu Hint filmlerinin bolca çekildiği yer. Hindistan, 2009 yılında 8 dalda Oscar alan “Slumdog Millionaire” filmiyle adından söz ettirmeyi başardı. Ancak film, 47 yıl önce çekilmiş “Avare” filmi gibi sosyal yapının sorunlarını ortaya koyuyor ve görünen o ki 21. yüzyılın ilk çeyreğinde Hindistan’da değişen fazla bir şey yok.

Kalküta 10 milyon yurttaşıyla hareketli ve gelişmiş bir Hint şehri. Hindistan’ın ilk Nobel Ödülü kazanan yazarı Rabindranath Tagore’un da memleketi. Entelektüel ve kültürel başkent, fakat yoksulluk ve hayatta kalma mücadelesi görüntüleriyle de tanınıyor. Ülkenin doğusundaki Bangladeşlilerin de kültürel anlamda istifade ettiği bir kent.

Tac Mahal

“Bana kastını söyle…”

Devlet 1970’lerde resmi olarak yasaklasa da, bugün Hindistan’ın en büyük sorunlarından biri toplumu sınıflara bölen kast sistemi. Dört ana kast var ve evliliklerde genelde aynı kast içinde yapılıyor. Büyük şehirlerde kast engeli ya da görücü usulü evlilik değişim geçirse de, bu gelenek kırsal kesimde devam ediyor. Evlilik teklifini kız tarafı yapıyor, başlık parası “drahoma”yı da kız tarafı ödüyor. Kızın yaşı ne kadar küçükse drahoma o kadar az oluyor. Bu da evlilik yaşını düşüren nedenlerden biri.

Kız evinde tören, beyaz atla gelen damat, çiçekler, kınalar, ateşe atılan pirinç, dökülen gül yaprakları kırsal düğünlerin ritüelleri…

Hindistan toplumunda bugün kadının eşitlik sorunu yok, ama fakirlik ve fazla çocuk sayısı Hintli kadının da en önemli açmazlarından biri. Yoksa Hint Parlamentosu’ndaki kadın milletvekili sayısı oldukça yüksek.

“Baharat adası”

Ülkenin Sanskritçe’deki adı baharat, mutfağa damgasını vurmuş. Basmati pirinci diye bildiğimiz patna, safran ve Hindistan cevizi mutfağın baş aktörleri. Medeniyeti kadar geniş ve zengin bir mutfağı var. Dolayısıyla Avrupalının mutfağına tat katan ada, sömürgecilik tarihi boyunca altını kadar gözde baharatıyla da büyülemiş gelenleri.

Bugün Hindistan sahip olduğu dinsel, kültürel ve tarihi değerleriyle bir dünya devi. Bu muazzam yapıdaki uyum ve dengeyi, ülkeyi en iyi bilenlerden Tagore güzel ifade ediyor,

“Mükemmel birlik benzeyişten değil ahenkten oluşur.”